21 Şubat 2008 Perşembe

OLANI OLDUĞU GİBİ ALGILAMAK

Her şey, olan ve olup bitenden ibarettir. Olacak olanı olan içinde görmek gerekir. Çünkü olacak olan bütün mevcudatı ile kendini olduracak her şeyi ile orada olan olarak olanda yer almaktadır.
Mesele olanı ve olup biteni oldukları gibi algılamaktadır.
Biline geldiği üzere insan beş duyu organına sahiptir. Bu duyular aklın çalışması ve düşünmesi için gerekli veri akışını sağlarlar. Bunlar olmadan akıl, kendi başına hiçbir şey olarak kalır. Duyularla alınan veriler aklı harekete geçirir ve akıl bu noktadan itibaren insan hayatı için aydınlatıcı ve yaşamı kolaylaştırıcı bir işlev görmeye başlar.
Konuyu somutlaştırmak gerekirse; gözleri, teni, kulakları burnu ve dili olmayan bir şey -ki buna artık insan denmez- dış dünyadan ve hatta kendinden nasıl haberdar olabilir, neyi, nasıl algılayabilir? Demek ki duyular insan bilgisinin (hem kendi hem de dünya hakkındaki bilgi) ilk el (primitive) kaynaklarıdır. Bu bilgileri değerlendirmek, sentezlemek ve birbirleriyle ilişkilendirerek bilgi grupları oluşturmak insan aklının işidir.
Ancak nihai tahlilde insan, duyular ve akla sahip bir organizma olduğu halde dahi batkın (muhtaç) bir haldedir. Yani bu özelliklere sahip olmak kendi başına insan yaşamını mümkün ve yaşanılır kılmamaktadır. İnsanın fiziksel varlığını güvenlik altına alması, gıda temini ve maddi olmayan (ruhsal veya duyusal) ihtiyaçlarını- ki bunların belki de en önemlisi can sıkıntısıdır- gidermesi, aklın duyular aracılığıyla elde edilen verileri, ihtiyaçlar doğrultusunda anlamlandırması ve faydalı bilgilere dönüştürmesini zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla insan, olan şeyleri kendi başlarına şeyler olarak, bir başka deyişle “kendiliğinde öyle” olarak anlamlandırmaz, olanı kedisi için ve “kendine öyle” olarak anlamlandırır (“bana göre”nin kökeni)
Bu nokta bilgi veya kavramlarımızın objektif olup olmadığı veya ne kadar objektif olduğu açısından önem arz etmektedir. Çünkü bizler dünyayı veya şeyleri anlamlandırırken olanın, kendiliğini, kendi var oluşunu temel alarak anlamlandırmıyoruz; tersine kendi durumumuzu temel alarak bir anlamlandırma yapıyoruz. Yani kendi ihtiyaçlarımız, kendi yetişme koşullarımız, kendimize ait can sıkıntısını giderme yöntemlerimiz, bizim, olanı nasıl anlamlandırmamız gerektiğini belirlemekte esas dayanak noktalarıdır. Bu, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde insanların temelde aynı olan şeyler hakkında farklı fikirlere sahip olmalarının da sebebidir. Ortak ihtiyaçları, ortak kaygıları olan, kısacası paylaşacak ortak noktaları olan insanlar da belli bir fikir etrafında toplanma eğiliminde olurlar. Bu fikirlerine bağlılıklarının güçlülüğü ölçüsünde de fikirlerinin mutlak doğru olduğuna inanırlar.
Oysa olan (şey) ın kendisi insanların kendisine ne anlam verdiğinden ari olarak yine orada kendi olarak öyle durur. Aslında olanın gerçek mahiyetini öğrenmek insanları da o kadar ilgilendirmez, onlar için önemli olan şeylerin kendileri için ne anlama geldiğidir şeylerin gerçek doğası değil.
Bu minvalde eğer amaç gerçek bilgiye, şeylerin (olanın) gerçek ve objektif doğası hakkındaki bilgiye ulaşmak ise; eldeki ve elde edilecek bilgilerin öncelikle kişinin kendisiyle olan ilişkisi açısından kritik edilmesi gerekir ki bu da, insanın kendisiyle her türlü bilgi arasına belli bir mesafe koyması, duygusal veya çıkara dayalı bir bağ kurmaması demektir. Böyle bir mesafe insanın gerçek bilgiye ulaşma kararlılığının da göstergesidir.
Böyle bir mesafenin olmaması halinde, elde edilen bilgiyle insan, yukarıda belirtildiği şekilde bilgiyi “kendine” olarak algılar ve zamanla bu bilgiyle arasında duygusal (affective) bir bağlılık oluşur ki bu bilgiden insan ne kopmak ister ne de bu bilginin doğruluğunu sorgular. Gerçeğe ulaşmanın önündeki en büyük tuzaklardan biri de budur.
* * *
Yapılması gereken ilk şeylerden biri içinde bulunulan durumda ne tür bilgiye ve bu bilgilere dayalı olarak ne tür fikirlere sahip oluğumuzun analizini yapmak ve bunlarla aramızda varsa -ki vardır- duygusal bağları çözmek. Eğer yeni limanlar aranacaksa, öncelikle bulunan limandan ayrılma cesareti gösterilmelidir.

* * *
Doğru var mıdır? Varsa tek ve nesnel midir (modern) yoksa çok ve hatta belirsiz midir? (Postmodern)
Yoksa insanın kendi doğrularının ötesinde doğru (hakikat, gerçeklik, olan) yok mudur? Böyle ise kendi doğrumuza mı kendimizi hapsedeceğiz?
Nesnel doğru varsa insan buna ulaşabilir mi?
Gibi soruları cevaplandırmamız amaçlarımızı belirlememiz konusunda bize yardım edecektir diye düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

ARAF, iyinin ve kötünün ötesinde ve onları bilenlerin tepesi...