29 Şubat 2008 Cuma

TÜKETİLENİN BELİRSİZLEŞTİĞİ TOPLUM; TÜKETEN Mİ, TÜKENEN Mİ?



Tarih boyunca insanlar hep gelecekte hatırlanmak üzerine bir şeyler yapmışlar geleceğe yönelik eserler meydana getirmişler varlıklarını kanıtlamak istercesine…

Peki ya şimdi, günümüzde? Günümüz insanının tüm çabası anı yaşamak üzerine. Bütün düşünce elde edilebilecek en yüksek faydayı sağlamak, rahat edebilmek için yaşamak en lükse sahip olabilmek, sahip olabilmek için en çok çalışmak, kazanmak için her şeyi mubah saymak. Çağın bizi getirdiği nokta belki de bu, daha çok kazanmak daha çok tüketmek ve apansızın gerçek manada hiçbir şeye sahip olmadan ölüvermek. Yaşarken hayatın manasını anlayamıyor insanoğlu peki ya öldüğünde?

Herkesin yakındığı ve umursamadığı konu aslında tüketim, küreselleşmenin ve kapitalizmin insanları getirdiği bilinçsiz tüketimden ve bunun sebep olduğunu iddia ettiğimiz kötü durumdan yakınıyoruz sürekli. Peki gerçekten çok mu fazla tüketiyoruz? Öncelikle belirtmem gereken şey tüketmekle kastettiğim şeyin sadece eşyalar yahut yemek yada içmekten ibaret olmadığıdır. Her an karşımıza sıklıkla çıkan bir kavram, bir deyim halinde tükenmek, tüketilmek, tüketim. Tüketimi tek bir kalıba sokmak mümkün değildir çağımızda, tüketim dediğimiz ve kötüleyerek bahsettiğimiz konuya girdiğimizde bazıları dilin tüketildiğini bazıları kültürlerin tüketildiğini söyleyecek bazıları tüketim dediğimizde alış verişin kötülüklerinden bahsedecektir ama tüketilen ve tükenen şeylerin merkezinde duran insan pek az kişinin farkına varacağı bir şey olacaktır insanlar ya maddeleştirilmekte yada sahip olduğu maddelerle ifade edilmektedir günümüzde kültürlerin nesillerin, hayvanların, dillerin, türlerin, ahlaki değerlerin, adetlerin kısacası eksikliğini hissettiğimiz her şeyin tükenip yok olduğundan bahsediyoruz ama asıl ihtiyacımız olanın kendimiz kendi kararlarımız olduğunu itiraf edemeden kendimizden kaçarak gene kalabalıkların içinde kaybediyor kendimizi ve unutmak için tüketmeye yöneliyoruz.

Aslını söylemek gerekirse tüketim kavramı dahi dillere pelesenk edilip yoklaştırıldı tüketmekte tükenmekte farkında olmadığımız alışıp görmezden geldiğimiz şeyler oldu.

Belki de tüketimi bile tüketti çağımız.

Tüketiyoruz; peki ama o tükettiklerimize sahip olabiliyor muyuz?

Tahsin yücelin kumru ile kumru romanında geçen şu cümleden hareket edebiliriz belki bu noktadan sonra: ‘televizyonu olmayan bir kadın kumru gittiği her yerde televizyondan bahsedilmekte sürekli televizyonun öğreticiliğinden eğiticiliğinden ve eşiyle bir televizyon almaya karar verirler paraları olmadığından eşi patronundan borç ister ve televizyonu isteyen bu çiftle alakalı şöyle düşünür patronları ‘demek benim gelin uşaklığı seçiyor elinde bir uzaktan kumanda bulunsun istiyor, herkes gibi. Alacak uzaktan kumandayı eline, dünyalara kumanda ettiğini düşünecek gerçekte uzaktan kumandanın ona kumanda ettiğini, kendisinin uzaktan kumandayla çalıştığını hiçbir zaman bilemeyecek, herkes gibi.’’1


Acaba sürekli elde etmeye çalıştıklarımız bizim gerçek ihtiyaçlarımız mı? Yoksa bilinçsizce arzulayıp elde ettiğimizdeyse kısa bir heyecanın ardından şöyle bir bakıp sonra burun kıvırdığımız hiçbir şey hissetmediğimiz hatta ona sahip olmaktan hoşnutsuzluk duyup farkında olmadan bize dayatılan daha iyi daha yenisine sahip olma isteğiyle birlikte bir kenara ittiğimiz şeyler mi tükettiklerimiz?

‘Gerçek ihtiyaçlar olmaksızın gerçek zevklerden söz edilemez’2
Diyor tam bu noktada Schopenhauer çoğumuz duymuşuzdur hatta yaşayanlarımızda olmuştur eski bayramlarda alınan elbiselerin, yatarken başucuna konulan ayakkabıların hikâyelerini. Hala ne büyük şevkle anlatırlar hatırlayanlar o günleri peki o hikâyeleri anlatanlar daha sonra hiç mi bir şeye sahip olmadı? Tabiî ki bütün hayatları boyunca pek çok şeye sahip oldular ya da sahip olduklarını sandılar. Yaşadıkları kalan sürede kaç kez kendileri için bir şey daha yaptılar? İnsanlar ihtiyaçların varlığından habersiz bir hale gelip aslında ihtiyacı olan şeyleri yapması zorunlu şeylermiş gibi gördü ya da öyle görmeye şartlandırıldı.

Tabiî ki insanların mecbur oldukları durumların olduğu kaçınılmaz bir gerçektir mesela bir işte çalışmak; çoğu kimse sahip olmayı hayal etiği şeylere kavuşmak için bir araç olarak kullanma niyetiyle başlar bir işte çalışmaya ama sonra? Sonra hayatın akışı tabir edilen akışa kaptırırız kendimizi amaçlarımız ve araçlarımız yer değiştirir kızdığımız sıradan insanların arasına karışıp yeni doğrularla baş başa kalırız ve gelinen bu nokta farkında olmadan yönlenmelerin, başkaları hoşlansın diye başkalarına benzemeye uğraşmaların, öbürünün varmış diye sahiplenmelerin insanı olduğumuz noktadır.

En başta bahsettiğim konuya dönersek insanlar yaratmaktan, kalıcı olmaktan çok uzaktalar günümüzde sadece kendilerine hedef gösterilene diğerlerinin gerisinde kalmadan ulaşmak ve gösterilecek yeni hedefler için tetikte olmak amaç. Sadece yaşanılan andan ibaret sayıyoruz hayatı ve geçmişi yok sayarak ve gelecekten bi haber olarak yani doğmuş olduğumuzu ve öleceğimizi fark etmeden yaşıyoruz.

Örnek alarak kendimiz olmak ile hayranı olup sonrada o hayranı olduğumuzun kopyası olmak arasındaki farkı algılayamayan kişiler de olduğumuzdan dayatılanı tüketir tükettikçe tükenen insanlar olduk. Örnek almaktan kastım ben şunu örnek alıyorum çıkış noktasıdır burada sonuçta Amerika’yı yeni baştan keşf edemeyiz ama bir işe başlarken bizden öncekilerin yaptığı doğruları alarak kendimizi var edebiliriz oysa hayran olma bahsinde ortada ulaşılamaz görünen, başkalarınca var edilmiş ve ancak onun gibi olunduğunda başarı yakalanılacakmış gibi gösterilen zorunlu bir model vardır. Ve zirveye ulaşamadıkça mutsuz olan kendini yetersiz hisseden bir insan oluşur bu insan kendisiyle yüzleşmemek baş başa kalmamak için her şeyi yapar. Uzak durulması gereken yegâne şey kendisi olmuştur ve kendisini sadece sahip olduğu satın aldığı şeylerle ifade edebilir hale gelmiştir insan.

Amaçsızlıktan dolayı belki de bütün bunlar, sadece sahip olma hırsı yüzünden başkalarında da olana. Belki de yeniyi yaratmanın zorluğundan, başarısız olmaktan korkmaktan ya da sorumluluğun yükünün ağarlığından. Neden her ne olura olsun insanoğlu çoğunlukla hükmedilmesinden ve yönlendirilmekten hoşlanır. Her ne kadar bağımsız olmaktan hoşlandığı söylense de emir almaktan hoşlanır aslında ya da, hoşlanmasa da kolay olanı seçer düşünmek karar vermek ve gerçekleştirmektense söyleneni yapmayı tercih eder.
Ve tüketmekte kısıtlandırılmış bu insanın en büyük ödevidir.

1 Tahsin Yücel Kumru ile kumru can yayınları Sayfa:163
2 Schopenhauer Okumak yazmak ve yaşamak Üzerine Şule Yayınları Sayfa:31

21 Şubat 2008 Perşembe

OLANI OLDUĞU GİBİ ALGILAMAK

Her şey, olan ve olup bitenden ibarettir. Olacak olanı olan içinde görmek gerekir. Çünkü olacak olan bütün mevcudatı ile kendini olduracak her şeyi ile orada olan olarak olanda yer almaktadır.
Mesele olanı ve olup biteni oldukları gibi algılamaktadır.
Biline geldiği üzere insan beş duyu organına sahiptir. Bu duyular aklın çalışması ve düşünmesi için gerekli veri akışını sağlarlar. Bunlar olmadan akıl, kendi başına hiçbir şey olarak kalır. Duyularla alınan veriler aklı harekete geçirir ve akıl bu noktadan itibaren insan hayatı için aydınlatıcı ve yaşamı kolaylaştırıcı bir işlev görmeye başlar.
Konuyu somutlaştırmak gerekirse; gözleri, teni, kulakları burnu ve dili olmayan bir şey -ki buna artık insan denmez- dış dünyadan ve hatta kendinden nasıl haberdar olabilir, neyi, nasıl algılayabilir? Demek ki duyular insan bilgisinin (hem kendi hem de dünya hakkındaki bilgi) ilk el (primitive) kaynaklarıdır. Bu bilgileri değerlendirmek, sentezlemek ve birbirleriyle ilişkilendirerek bilgi grupları oluşturmak insan aklının işidir.
Ancak nihai tahlilde insan, duyular ve akla sahip bir organizma olduğu halde dahi batkın (muhtaç) bir haldedir. Yani bu özelliklere sahip olmak kendi başına insan yaşamını mümkün ve yaşanılır kılmamaktadır. İnsanın fiziksel varlığını güvenlik altına alması, gıda temini ve maddi olmayan (ruhsal veya duyusal) ihtiyaçlarını- ki bunların belki de en önemlisi can sıkıntısıdır- gidermesi, aklın duyular aracılığıyla elde edilen verileri, ihtiyaçlar doğrultusunda anlamlandırması ve faydalı bilgilere dönüştürmesini zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla insan, olan şeyleri kendi başlarına şeyler olarak, bir başka deyişle “kendiliğinde öyle” olarak anlamlandırmaz, olanı kedisi için ve “kendine öyle” olarak anlamlandırır (“bana göre”nin kökeni)
Bu nokta bilgi veya kavramlarımızın objektif olup olmadığı veya ne kadar objektif olduğu açısından önem arz etmektedir. Çünkü bizler dünyayı veya şeyleri anlamlandırırken olanın, kendiliğini, kendi var oluşunu temel alarak anlamlandırmıyoruz; tersine kendi durumumuzu temel alarak bir anlamlandırma yapıyoruz. Yani kendi ihtiyaçlarımız, kendi yetişme koşullarımız, kendimize ait can sıkıntısını giderme yöntemlerimiz, bizim, olanı nasıl anlamlandırmamız gerektiğini belirlemekte esas dayanak noktalarıdır. Bu, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde insanların temelde aynı olan şeyler hakkında farklı fikirlere sahip olmalarının da sebebidir. Ortak ihtiyaçları, ortak kaygıları olan, kısacası paylaşacak ortak noktaları olan insanlar da belli bir fikir etrafında toplanma eğiliminde olurlar. Bu fikirlerine bağlılıklarının güçlülüğü ölçüsünde de fikirlerinin mutlak doğru olduğuna inanırlar.
Oysa olan (şey) ın kendisi insanların kendisine ne anlam verdiğinden ari olarak yine orada kendi olarak öyle durur. Aslında olanın gerçek mahiyetini öğrenmek insanları da o kadar ilgilendirmez, onlar için önemli olan şeylerin kendileri için ne anlama geldiğidir şeylerin gerçek doğası değil.
Bu minvalde eğer amaç gerçek bilgiye, şeylerin (olanın) gerçek ve objektif doğası hakkındaki bilgiye ulaşmak ise; eldeki ve elde edilecek bilgilerin öncelikle kişinin kendisiyle olan ilişkisi açısından kritik edilmesi gerekir ki bu da, insanın kendisiyle her türlü bilgi arasına belli bir mesafe koyması, duygusal veya çıkara dayalı bir bağ kurmaması demektir. Böyle bir mesafe insanın gerçek bilgiye ulaşma kararlılığının da göstergesidir.
Böyle bir mesafenin olmaması halinde, elde edilen bilgiyle insan, yukarıda belirtildiği şekilde bilgiyi “kendine” olarak algılar ve zamanla bu bilgiyle arasında duygusal (affective) bir bağlılık oluşur ki bu bilgiden insan ne kopmak ister ne de bu bilginin doğruluğunu sorgular. Gerçeğe ulaşmanın önündeki en büyük tuzaklardan biri de budur.
* * *
Yapılması gereken ilk şeylerden biri içinde bulunulan durumda ne tür bilgiye ve bu bilgilere dayalı olarak ne tür fikirlere sahip oluğumuzun analizini yapmak ve bunlarla aramızda varsa -ki vardır- duygusal bağları çözmek. Eğer yeni limanlar aranacaksa, öncelikle bulunan limandan ayrılma cesareti gösterilmelidir.

* * *
Doğru var mıdır? Varsa tek ve nesnel midir (modern) yoksa çok ve hatta belirsiz midir? (Postmodern)
Yoksa insanın kendi doğrularının ötesinde doğru (hakikat, gerçeklik, olan) yok mudur? Böyle ise kendi doğrumuza mı kendimizi hapsedeceğiz?
Nesnel doğru varsa insan buna ulaşabilir mi?
Gibi soruları cevaplandırmamız amaçlarımızı belirlememiz konusunda bize yardım edecektir diye düşünüyorum.

ON DOKUZUNCU YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE TÜRK POLİTİK MODERNLEŞMESİ: CEMAAT TOPLUMUNUN SİYASAL KÖKLERİ



ON DOKUZUNCU YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE TÜRK POLİTİK MODERNLEŞMESİ: CEMAAT TOPLUMUNUN SİYASAL KÖKLERİ
On dokuzuncu yüzyılın akademik dünyada ikiye ayrılarak analiz edilmesi son yıllarda teamül haline gelmeye başlamıştır. Bunun sebebi on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve bugün içinde bulunduğumuz toplumsal, kültürel, siyasal ve bireysel sorunlara zemin hazırlayan dönüşümlerin yarattığı önemli etkilerdir. Bu asır çeşitli alanlardaki çalışmalarda kazandığı popülerliği de bu özelliğine borçludur. On dokuzuncu yüzyılda kültürde bir bunalımın yaşandığı göz ardı edilemez. Bu yüzyıl kitle toplumunda kültürel değerler de diğer değerler gibi muamele gören birer mübadele değeri halini almışlar ve tüketime konu edilmişlerdir.
[1] Üretim ilişkileri, kentlerin nüfusundaki yüksek hızlı artış, kültürü ve sanatı yı[2]ğınlarla birleştirme çabaları, zorunlu eğitim, devlet tarafından yürütülen gerçeklik politikaları, kitlesel basının etkileri, eğlence ve kültür endüstrilerinin yarattıkları tahribatlar gibi bir çok kitleselleştirici etki kültürde ve toplumsal yapıda bir çözülmeye yol açmıştır.
P. Wagner’e göre, on dokuzuncu yüzyılın toplumsal şekillenimi güçlü bir paradoksun damgasını taşımaktadır. Bir yandan yükselmekte olan seçkinler modern, bireyci ve rasyonalist kültürü geliştirmektedir ve bunun karşısına çıkacak herhangi bir alternatifi yok etme eğilimi taşımaktadır, öte yandan kendine yeterli bir bireyci liberalizmin imkansızlığı konusunda da görüşler söz konusudur.
[3] On dokuzuncu yüzyılın ortasından 1920’lere kadar modernliğin dinamikleri konusunda önemli soruşturmalar birbirinin peşi sıra geliştirilmiştir. Geç on dokuzuncu yüzyılda entelektüeller liberal teorinin hem siyasette, hem de ekonomide toplumsal pratikleri anlama ve bu pratikler için ölçütler sağlama konusunda başarısız olduğunun farkındaydılar. Bu entelektüeller farklı yönlerden liberal teoriye ve modernliğe yönelik eleştiriler geliştirmiştir.[4]
Modernizm on dokuzuncu yüzyılda zirveyi ve krizi birlikte yaşamıştır. Modernizm bir çok alanda zirveye ulaştıktan sonra toplumsal, kültürel ve siyasal alanda krize girmekten kurtulamamıştır. O. Paz, on dokuzuncu yüzyılı bir yandan modernitenin doruğu olarak görürken öte yandan modernitenin krize girdiği bir çağ olarak algılamaktadır. Ona göre, on sekizinci yüzyılda çeşitli polemikleri de içinde barındıran eleştirel düşünceler Avrupa ülkelerinin hemen hepsi ve ABD tarafından paylaşılan ilkeler haline gelmiştir. Batı uygarlığı büyümüş, genişlemiş ve kendi kendini onaylamıştır. Ancak, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Batı uygarlığının merkezlerinde, inanç ve değer sistemlerini olduğu kadar, politik, ekonomik ve toplumsal kurumları da etkileyen bir rahatsızlık baş göstermiştir. İçinde bulunduğumuz yüzyıl ise bu krizin gelişip radikalleştiği bir çağdır.
[5]
On dokuzuncu yüzyılın düşünsel dünyasına,aslında daha önceki yüzyılların düşünsel gelişimine de etki etmiş iki zıt eğilim damgasını vurmuştur; on dokuzuncu yüzyılda daha net çizgilerle ayırt edilebilen ve belirginleşen bu eğilimler iyimserlik ve kötümserlik eğilimleridir. Bu çağın önemli düşünürlerinin bir çoğu Schopenhauer’in felsefesinin etkisiyle gelişmekte olan olaylara karşı kötümser bir yaklaşım sergileyerek bu olaylara ve bu olayların yaşanmasına neden olduğunu düşündükleri değerlere yönelik eleştirel bir yaklaşım geliştirmiştir. Bazı düşünürlerse bu olayları katılımın genişlemesi, kitlelerin elit değerlerle buluşması, daha çok insanın modern değerleri özümsemesi, eşitlik, demokrasinin gelişmesi ve sanatın kitlelerle kucaklaşması gibi bağlamlarda değerlendirerek, bu çağda yaşanan değişimlere karşı olumlu bir yaklaşım geliştirmiştir.
S. Mestrovic, fin de siecle düşünürlerinin kötümser tutumlarının genel açıklamasını şu noktalarda bulduğuna dikkat çekmektedir:
‘‘İrade akılcı zihinden daha güçlüdür ve iradenin modern toplumun dağılmasıyla aynı zamanda gerçekleşen aydınlanmasının ardından iradenin bastırılarak düzenlenebilmesi imkansız hale gelir. Sonuç: Kendilerini baskı altında tutan engelleri gürültüyle aşarak yıkan arzuların ölümsüz sonsuzluğu olarak Durkheim’in anomisi; mutsuzluğa yol açmayı göze alarak uygarlığı ortaya çıkaran Eros’un beslediği Freud’un id’i; Nietzsche’nin Apolloncu formlarından doğan Diyonizyak güçleri; Tönnies’in Gemeinschaft’ının yerine geçen Gesselschaft’ın rasyonel iradesi ve Simmel’in Modern Kültürde Çatışma çalışması da dahil olmak üzere, bu çatışmanın bir çok farklı versiyonu.’’
[6]

Bu düşünürlerin en popülerlerinden biri olan Nietzsche on dokuzuncu yüzyılın sonunda: ‘‘En yüksek değerlerin kendilerini değersizleştirdikleri’’ bir durumun yaşandığını ve nihilizmin kapıda olduğunu belirtmektedir. Ona göre Avrupa kültürü sanki bir felakete doğru ilerlemektedir. ‘‘Yıllar boyunca daha da büyüyen bir gerilimle; huzursuz, şiddet dolu, boylu boyunca nihayete erişmeyi özleyen, artık yansıtmayan yansıtmaktan korkan bir nehir gibi’’
[7] Nietzsche’nin felsefesinin temeli bir modernizm ve akılcılık eleştirisi üzerine oturmuştur. On dokuzuncu yüzyılın sonunda ortaya çıkan toplumsal ve kültürel çözülme Nietzsche’nin anlatısında son derece açık bir şekilde gözler önüne serilmektedir. Ona göre bu çağ nihilizm çağıdır ve o felsefesini nihilizmi alt etme üzerine kurmuştur. Nietzsche bunun için irrasyonel güçleri harekete geçirmeye çalışır. Modern bilgi ve hakikat kavramlarını eleştirir, anti-hümanist bir yaklaşım geliştirir ve ebedi dönüş anlayışıyla modern ilerlemeci tarih anlayışına karşı çıkar.

Nietzsche’ye göre, on dokuzuncu yüzyıl Avrupa kültürü, sürü değerlendirmelerine ve bunların çatışmasına dayanan bir kültürdür: Bilime, insan aklının sınırsız gücüne ve insanların eşitliğine olan inancıyla insanları iyimser yapmak isteyen bir kültür. Avrupa’nın moral değerler sistemi dinsel arka planını yitirince nihilizme doğru yönelmiştir. On dokuzuncu yüzyıl sonları Avrupa’sının bütün yaşam ifadelerinde kendini gösteren çöküntü, Avrupa kültürünün çöküntüsüdür.
[8] Nietzsche doğallığını kaybetmiş bir kültürle hesaplaşmaktadır. Bu doğallık yitimi ise Sokrates sonrası filozofların güç istemine, iç güdülere karşı onu dizginleyecek aklı koymaları ile başlamıştır.Modern insan çöküntü yaşamaktadır. Nietzsche’nin Tanrının öldüğünü ilan etmesiyle, hastalıklı, orta dereceli hale getirilmiş Avrupa insanı yaşadığı boşluk nedeniyle değersizliği ve anlamsızlığı genelleştirmiştir.[9]

Bu bağlamda Türk politik modernleşmesini değerlendirmek gerçekten ilginç sonuçlar doğurmaya adaydır. On dokuzuncu yüzyıl tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğunda da baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı bir dönem özelliği arz etmektedir. Politik, kültürel, toplumsal, ekonomik ve her şeyden önemlisi düşünsel anlamda on dokuzuncu yüzyıl imparatorluk dünyası son derece hareketli ve bir o kadar da karmaşık bir görünüm sergilemektedir. Bu bağlamda İttihat ve Terakki Hareketi, Jöntürk Hareketi, Yeni Osmanlı düşüncesi ve tüm Avrupa’da yayılan ulusalcı değerlerin ortaya koyduğu tablo Osmanlı İmparatorluğunun yapısal dönüşümünde son derece etkili bir rol oynamıştır. Bu dönüşümlerin kökenini de elbette on dokuzuncu yüzyılda tüm dünyanın karşı karşıya kaldığı dönüşüm ile ilişkilidir.

Özellikle 18. yüzyıldan itibaren çözülmeye ve bozulmaya başlayan fetih, ganimet ve askeri temelli bir vergi sistemine dayanan ekonomik yapının geçirdiği dönüşüm on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunu kökten etkilemiştir. Bunun yanında Osmanlının kültürel zenginliği politik- kamusal bir kısırlıkla at başı gitmektedir. Osmanlı politik kültürünün hakim teması muhafazakarlık- ilericilik geriliminden temellenmektedir. On dokuzuncu yüzyıl Avrupa toplumunda yaşanan kaotik yapı, İmparatorluğun gidişatına ilişkin endişeler besleyen dönemin Türk seçkinlerini de etkilemiştir. Enformatik kültürel bütünleşme sorunsalı, merkez- kenar ilişkileri, bütünleşme sorunsalı tarihsel olarak aralarında haberleşme düzeyi düşük olan mikro cemaatlerden müteşekkil Osmanlıda enformatik kültürel araçları yaygınlaştırarak cemaat esasında bir ölçek artırma sorunsalı haline gelmiştir. On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı aydınlarının çabaları, ulaşım ve iletişim teknolojisinin ilkel düzeyleri ve geleneksel hayatın hareketsiz yapısı nedeniyle etkili olamamıştır. Elbette yaşanan gelişmeleri bu sorunlara indirgemek mümkün değildir. Moderniteyi geç ve sancılı bir şekilde yaşamak zorunda kalan Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında, on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal kaosun etkileri ve tezahürü Avrupadakinden son derece farklı olmuştur.

Osmanlı Modernleşmesi aslında hiç de köktenci değildir. Tam tersine bürokratik muhafazakarlık özelliği taşımaktadır. Osmanlı politik seçkinleri, Avrupa’nın bürokratik devrimini, içerdiği diğer diyalektiklerden sıyırarak, kendi tarzında algılamıştır. Osmanlı modernleşmesi merkez ile kenar arsındaki kültürel çatışmanın doğasını değiştirmiştir. Osmanlının yerleşik kültürel kodlarının, değişmeye dönük seferber edilememesi sivil sosyalliklerin zafiyeti ile ilişkilendirilebilir.Değişmeye dayalı kültürel çerçeveler Osmanlıda iç dinamikler üzerine değil, tarihsel dinsel çatışma kategorilerini keskinleştiren ve iç hesaplaşmaya dönüştüren bir düzeyde gelişmiştir.
[10]

Şu kadarını söyleyebiliriz ki, On dokuzuncu yüzyılda özellikle toplumda, kültürde, politik kürede ve bireyde yaşanan dönüşümün Osmanlıya etkileri Avrupa’dakinden farklı şekilde tezahür etmiştir. Avrupalı yaşam biçimlerini taklit etmeye çalışan küçük elit Avrupa görmüş aydın gruplar dışındaki büyük çoğunluk bireyselleşme, tüketim ve hedonizm yönünde bir evrilmeye yönelmemiştir. Ancak bu durum yaşanan gelişmelerin Osmanlıda hiçbir etkisi olmadığı şeklinde algılanmamalıdır. On dokuzuncu yüzyılın karmaşık gelişmeleri Osmanlının toplumsal çekirdeğini oluşturan cemaat yapısında önemli dönüşümlere neden olmuştur. Bu dönüşümün etkileri sadece kültürel ve toplumsal olmakla kalmayıp kamusal ve siyasal söyleme de önemli yansımaları olmuştur.

Modernleşme Osmanlı toplumunda hiçbir şekilde cemaatlerin yok olması gibi bir sonuç doğurmamıştır. Ne kurumsal hayatın kazanımları ne de profesyonelleşme cemaatlerin kökleri derinlerde olan kültürel kodlarını tasfiye edebilmiştir. Zaman içinde cemaat tipi ilişkiler ve işlemler kurumsal hayata ve profesyonel örgütlere sirayet edebilmiş ve kendisini bu suretle yeniden üretebilmiştir. Bugünkü anlamda politik kirlenme olarak tanımlanan durum bu bağlamda açıklanabilir. Türkiye’de hala politika topluluklar ve bireysel değerler temelinde değil, politik cemaat temelinde ifade edilmektedir. Bu bağlamda Osmanlıdan günümüze politik modernleşme değerlendirildiğinde görülecektir ki, cemaat yapılanmasının Türk politik kültürü üzerinde ki etkisi hiçbir dönemde azalmamıştır. Aksine günümüzde olduğu gibi, cemaat tipi yapılanmaların politik küreye etkileri daha da genişleyerek sürmektedir. Türk politik hayatının bu durumu dinsel kökenli cemaatlerinde politik hayatta etkin olmaları sonucunu doğurmuştur. Cemaat yapısının toplumsal, kültürel ve hatta ekonomik yapı üzerinde bu denli etkili olması, siyasal tercihleri ve siyaset dünyasının kurallarını dahi etkilemektedir. On dokuzuncu yüzyılın Avrupa’da ve Türkiye’de yarattığı toplumsal, kültürel ve ekonomik etkilerini Türk politik modernleşmesi ve cemaat ilişkileri bağlamında analiz etmek son derece önemli sonuçlar ortaya çıkaracak ve beklide Türk politik yapısının kaygan zemininde politika üretmenin imkanlarına ışık tutabilecektir.



[1]Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, Çev:Bahadır Sina Şener, İletişim Y., İstanbul-1996, ss.233-250
[2]
[3], Peter,Wagner, Modernliğin Sosyolojisi, Çev: Mehmet Küçük, Doruk Y., Ankara-2003 ss.120-121
[4] Wagner, A.g.e., ss.122-125
[5], Octavıo,Paz, ‘‘Şiir Ve Modernite’’, Çev: Nilgün Tutal, Modernite Versus Postmodernite İçinde, Der:Mehmet Küçük, Vadi Y.,Ankara-2000., ss.189-198
[6] S.G. Mestrovıc, The Coming Fin De Sıcle, London And New York: Routledge-1991, s.70
[7] Harvey, A.g.e., s.306
[8]Aynı eser, ss.143-151
[9]Hediye Ekinci, ‘‘Büyük Öğle’’ , Kaygı Felsefe Dergisi, Uludağ Üniversitesi Felsefe Topluluğu, Bahar –2002, ss.21-25
[10] Süleyman Seyfi Öğün, Türk Politik Kültürü, Alfa Y., İstanbul-2000, Ss. 250-258
ARAF MANİFESTOSU

1. Araftakiler, kendini sınırlandıracak önkabullerden, tanımlamalardan, kesinliklerden ve indirgemecilikten uzak dururken, postmodern rölativizmin muğlaklığınada düşmemeye özen gösterir.
2. Araftakiler, eleştirel gerçekçi bir perspektif benimser. Eldeki verilerle varabilecekleri en doğru sonuca varmaya çalışır, ancak bu sonucun her zaman için kesin gerçeklik olamayabileceğini kabul eder. Ve sorgulamaya kendilerinden başlar.
3. Araftakiler, çok boyutlu ve çok perspektifli, ama tutarlı bir bakış açısını benimser.
4. Araftakiler, kendilerini iyinin ve kötünün ötesinde konumlandırır ve her türlü ikili karşıtlığın karşısında yer alır.
5. Araftakiler, hayatın içindeki problemleri görmeyi, onlara bulaşmış olsada sorgulamaktan geri durmamayı ve aşma noktasında umutsuzluğa kapılmamayı hedefler.
6. Araftakiler, insanı araştırmayı değil, çok eksikli bir varlık olan insanı kendi varoluşunun ötesinde bir noktaya taşımanın yollarını bulmaya çalışır. 7.belirsizlik, hegemonya ve hedonizmden uzak durarak insanı cemaat bağlarından koparıp kendi ötesine taşımak
8.içinde hakikati ve hayatı arayan bir düşünce perspektifiyle gerçeği çok boyutlu ve zamanlı olarak ele almak
9.belirsizlik, hegemonya ve hedonizmden uzak durarak insanı cemaat bağlarından koparıp kendi ötesine taşımak

ARAF, iyinin ve kötünün ötesinde ve onları bilenlerin tepesi...